23 Aralık 2009 Çarşamba

Pretty Woman


Yıllar sonra tekrar izledim.. Hala aynı keyifi alabilmek çok güzel.. Mükemmel bi soundtracki olduğunu unutmuşum : "Wild Women Do", "It Must Have Been Love ", "Show Me Your Soul"...

Çok iyi hissettirdi:)
PS: Ayağımın el bileğimden dirseğime kadar olduğunu hatırladım, mutlu oldum nedense:)

15 Aralık 2009 Salı

psikolog olmak ya da olmamak

Üniversite tercihlerimi yaparken çok bilinçli değildim. Psikoloji yaz dediler, yazdım gibi bir durum olmasa da öncesini sonrasını pek düşünmedim. Hayalim İstanbuldu ve o olmuyorsa nolursa nolsun gibi bir tavrım vardı. (Hayatımda yaptığım en büyük salaklıktı İstanbul'a gitmemek!)





Fakülteyi gördüğüm anda ardıma bakmadan kaçmalıydım aslında, gençlik..





Kaydımı yaptırmaya gittiğim gün başıma gelenlerse kesinlikle bana gönderilmiş bir işaretti ama okumayı beceremedim. Kurbanlık koyun misali ben ve yanımda bana refakat eden iki arkadaşım asistan odasının önünde bekliyorduk. Yanımızda da psikoloji 4. sınıf öğrencisi olduğunu sonradan öğrendiğimiz 3 kız oturuyordu. Birden kızlardan biri (Şaziye diyelim, adını kullanmak istemiyorum) kendini yere attı ve bağıra bağıra ağlamaya başladı. Ciddi bir sinir krizi geçiriyordu, kafasını yerlere vurmaya başladı. Donup kalmıştık.





O anda bütün psikologların eninde sonunda sıyıracaklarına dair genel yargının doğru olabileceğini düşündüm. Ama vazgeçmedim, kızı alıp götürdüler ben de kaydımı yaptırdım.





Psikoloji bölümüne kaydımı yaptırdığım andan itibaren hayatıma bir klişe dahil oldu. Psikoloji öğrencisi olduğumu duyan herkes "Kızım mezun ol da bizden başla, bizim aile seni zengin eder", "Şu karıma/ kocama bişi söle, derdi ne bi anlayıver", " Bizim kız/ oğlan çok tuhaflaştı bugünlerde nesi olabilir?" gibi sorular sormaya başladılar. İstisnasız herkes!





Ne kadar mutsuz bi toplumda yaşadığımızı anlamam için ilk sene yetti. Hiç "Çok mutluyum." diyen biriyle karşılaşmadım. Hep çok mutlu oldukları bir ya da birkaç olay var ama gerisi sorunlarla dolu.





Hayatın çok kısa olduğunu anlamam için çok acı bir tecrübe gerekti. Ama bunu yaşamış ve 4,5 senedir psikoloji eğitimi almakta olan biri olarak hala bunu insanlara nasıl anlatmam gerektiğini bilmiyorum!





İnsanların mutsuzluklarının beni zengin etmesini de istemiyorum. Sadece daha mutlu ve huzurlu olmalarına yardım edebilirsem ne mutlu bana..








PS 1: Şaziye'yi daha sonra defalarca gördük, okulda, konserlerde, cafelerde ve zavallı kızcağızla Psycho Şaziye diye dalga geçip durduk.





PS 2: Lütfen genç psikoloji öğrencilerini yukarda bahsettiğim tarzda sorularla bunaltıp kendilerini yetersiz ve bilgisiz hissetmelerine neden olmayınız.





PS 3: Genel kanı ne yazık ki doğrudur, sıyırmamış psikolog neredeyse yoktur.


Gabriel Garcia Marquez demişken,

Okuma yazmayı öğrendiğim ilk zamanlarda Cin Ali serisiyle girdi kitaplar hayatıma. Annem uzun süredir bel fıtığı dolayısıyla evde yatıyordu ve ameliyat olmaktan ölesiye korkuyordu (o zamanlar bel fıtığı ameliyatlarında sakat kalma riski çok yüksekti.) Ama kaçınılmaz sona ulaştı ve babamla beraber ameliyat olması için Ankara'ya gittiler. Gitmeden önce de bana güzelce paketlenmiş Cin Ali serisini hediye ettiler. Kardeşim ve ben anane - babanne arasındaki tenis topuvari yolculuklarımıza başladık. Cin Ali lerde bizimle birlikte. Sonra Cin Ali'ler kesmemeye, anane - babanne yolculukları sıkıcı olmaya başladı.


Ve babam Ankara'dan döndü, annem ameliyata girmeden önce bizi görmek istemişti, kardeşim daha bebek olduğu için onu arkamızda bırakıp yola çıktık. Trene binmeden önce, babam beni trende oyalayabilmek için bana bir kitap almaya karar verdi. O zamanın Eskişehir'inde öyle ün salmış, büyük kitapçılar falan yoktu. Kitap ya kırtasiyede ya kitapçıda satılırdı, kaset kasetçide. Küçük kırtasiyelerin birinden Suna'nın Serçeleri'ni (Gülten Dayıoğlu) aldık. Heralde daha kötü bi seçim yapamazdık. Tekerlekli sandalyeye mahkum bir kızın serçelerle arkadaşlığı.. Babam hatasını anladığında ben travmatik bir boyuta çoktan geçiş yapmıştım.:)


Sonunda annem iyileşti ve döndü. Suna'nın Serçeleriyle hayatıma giren kitaplar bir daha çıkmadı.


Bilumum çocuk kitaplarını okudum ilerleyen yıllarda. O kitapların ne kadar dramatik olduğunu yeni farkediyorum. Çocuk kitaplarının büyük bir çoğunluğu türlü çeşit dramla doludur, çocuğunuza okutmadan önce kontrol ediniz! (Bknz: Dört Kardeştiler, Küçük Kadınlar, Çocuk Kalbi vb.)


Ortaokulda salakça bir hevesle Orhan Pamuk okumaya başlamıştım. Şimdi bile zor anlıyorum ama çocukluk işte. O yıllarda herkesde bir kendini etiketleme sevdası vardır ya, ben "entel"i seçmiştim. Orhan Pamuk okuyarak entel olacağımı zannettiğim zamanlardan sonra uzun süre üstümde kalan "metalcilik" daha cazip gelmişti, üstelik siyah hala en sevdiğim renktir (siyah, renk değildir!) Hala ara sıra dinlesem de uzun süre dinlemeye dayanamadığım bir takım müzikler, saçma sapan aksesuarlar ve simsiyah kıyafetlerle de pekiştirdim etiketimi. Tesadüf bu ya bir satanizm dalgası yükseldi ve uzun saçlı, siyah kıyafetli tipleri birer birer toplamaya başladı polisler (bu ülkede neler yaşanmadı ki!) Ailem ve yakın çevrem ortaokula giden tıfıl bi tipi de alabilirler gibi saçma sapan edişelerle (evet biraz nevrotikler) beni vazgeçirmeye çalıştıkça daha da kıymete bindi metalci hal ve tavırlarım. "Bir Satanistin Anıları" kitabı tam da o arada piyasaya çıktı ve ergen ben tutkuyla o kitabı istedim annemden (acıklı ilgi çekme çabaları). Ama benim açık görüşlü annem tüm aile - akraba tayfasını karşısına alarak bana kitabı aldı. Tabi önce kendisi okudu ve okumamda bir zarar görmedi. Kendisine saygılarımı sunmak boynumun borcu.



Elime geçen her kitabı okuyordum, tür ayırt etmeden, hala da etmem. (Ayrıca itiraf etmekten de utanmıyorum çik-lit e bayılıyorum!) Ama bu alışkanlık bazen kötü de olabildi hayatımda. Annelerin çocuklarına örnek gösterdiği sıkıcı tiplerden biri olmanın yanı sıra ukala olduğum önyargısına da kapıldı yaşıtlarım. Bunlardan daha da kötüsü, elime aldığım kitabı bırakmadan rahat uyuyamadığım için sınavlara çalışmadan girdiğim çok oldu. (Sorulara kitabı anlatan cevaplar vermek isterdim öyle zamanlarda ama hiç o kadar cesur olamadım)



Bir mavi yolculukta (kıymetini sonradan anladığım müthiş tatiller) teknede sıkıntıdan patlarken yanımda götürdüğüm bütün kitapları bitirmiştim. Datça'ya indiğimizde annemle küçücük bir kitapçıya girdik. Bazen insanlar ve mekanlar birbirlerine tam oturur ya, küçücük ama çok sevimli kitapçının içinde küçücük ve çok sevimli yaşlıca bir amca vardı. Halinden tavrından görmüş geçirmiş olduğu belli ama mütevazi kalmışlarından. Ne istersin diye sordu, ne istediğimi bilmiyordum. Bir sürü denemeden sonra bana Jean Christophe Grange'ı önerdi, Kızıl Nehirler yeni çıkmıştı. İnanılmaz bir keyifle okuduğumu hatırlıyorum, tekne cenderesinden beni kurtarmıştı. Macera - aksiyon kitaplarıyla böyle tanıştım, sanırım metalciliğime de çok gittiğini düşündüğüm için bir süre sadece onları okudum. Hala da çok severek okurum. (Tavsiye vermezsem ölürüm, ilgileniyorsanız ve hala okumadıysanız "Glenn Meade"i mutlaka okumalısınız.)



O hevesler arasına klasik eserleri de kattığım zamanlar oldu, okurken çoğunun neden klasik diye adlandırıldığını anlamadığım, çoğu zaman sıkılarak okuduğum kitaplar. Ama şimdi değerlerini anlıyorum, benimki yanlış zamanlamaymış.


Çok severek okuduğum, tekrar tekrar döndüğüm, bende iz bırakan kitapların hayatıma girişinin hep bir hikayesi oldu. Hala okumak istediğim milyonlarcası var ve umarım onları okumadan ölmem.


Ama bu yazıyı yazma (amaçtan biraz sapıp fazla uzatsam da) sebebim olan iki tane adam var. Gabriel Garcia Marquez ve Charles Bukowski. İkisinin kitaplarıyla da tanışmamın hiçbir hikayesi yok. Arka kapağını okuyarak aldığım onlarca kitap gibi aldım onları da. (O zamana kadar bu iki ismi de duymamış olmam ayrıca bir ayıp olsa da.) Ama ikisine de nedenini bilmediğim bir şekilde bağlandım.



Tarzları, konuları, üslupları, hayatları arasında dağlar var, biliyorum. Biri öldü, diğeri hala hayatta (şükürler olsun). Ama bana ikisi de aynı duyguları yaşattı. Hayatlarının bir parçası olabilmeyi deli gibi istedim hep okurken. Tanışmak, kitap imzalatmak (yazarlardan, ünlülerden, oyunculardan, bir şekilde ünlü olmuş insanlardan neden imza alınır hiç anlamam!) falan gibi değil. Bir şekilde yaşamlarına dahil olmak, yakından tanımak, yanlarında konuşmasam bile oturmak.

Charles Bukowski'nin dünyayı umursamayan halleri, serseriliği, boş konuşmadan çok konuşmayı becerebilmesi, sade ve direk oluşuyla; Gabriel Garcia Marquez'in bilgeliği, sakinliği, masal anlatır gibi çok enteresan şeyler anlatması ve ikisinin de tam sarılmalık iri, yaşlı amca tipinde olmalarını birleştirip ideal bir baba figürü yaratmış olabilirim kendime belki de (açığa vurulan çocukluk travmaları vol.1).


Sebebi her ne olursa olsun bir şekilde hayatıma girmiş olmalarından ve bana verdiklerinden dolayı ikisine de müteşekkirim. Önlerinde saygıyla eğiliyorum.

imkansız?

... sonunda görevli kız, dalgınlığımdan ötürü azarlayarak beni bulutlardan aşağı indirdi. Özür dileyerek,ilk görüşte aşık olmaya inanıp inanmadığını sordum ona. "Elbette," dedi. "İmkansız olan ötekilerdir."...


Gabriel Garcia Marquez - On İki Gezici Öykü

mguldiken

az önce bolgunu açtım ve bakıp kapattım..
ardından bilgisayarım yaklaşık 100 tane mguldiken blogunu arka arkaya açmaya başladı..
yazının adına yakışır şekilde korku dolu gözlerle bakakaldım.. ya ya..

14 Aralık 2009 Pazartesi

ilgililere duyurulur

Avatar'ı izlemek istiyorum..